1. Bölüm; Yola çıkış - Ihlara ve Kapadokya

Miriba,

Bir kaç ay önce tatilde ne yapsam diye düşündüm, önce yurt dışı dedim ama euro'nun sabah ereksiyonu kıvamındaki yükselişi ve yaz başında biten vizeye karşı duyduğum nefret beni yurt dışı şeyahatinden vazgeçirdi. Daha önce hep yapmak istediğim ama fırsat bulamadığım Türkiye turu tarzı bir gezi yapmaya karar verdim. Amacım uzun zamandır gitmediğim ama tekrar gezmekten keyif alacağım çok sevdiğim yerleri ve daha önce hiç gitmediğim yerleri görmekti. Istanbuldan çıkıp, Ankara, Kayseri Erciyes, Kapadokya, Adana, Antalya, Datça, İzmir, Çanakkale, "Çorum Yozgat Çankırı şeytan üçgeni" ve İstanbul'a dönüş olmak üzere kabaca bir plan yaptım.
Planı bir kaç arkadaşıma açtım ama onların izin tarihlerinin benimkiyle uyuşmaması nedeniyle tek başıma çıkmaya karar verdim. 


(Bazı arkadaşlarım açık yüreklilikle dağ tırmanışı ve paraşütle uçaktan atlamanın yemediğini söylediler, saygı duyarım. 

"Korkacak bir şey yok ya, en fazla ölürüz" cümlesini kurmamam gerekiyordu sanırım :)



Benim gibi dağınık ve çok çabuk eşyasını kaybeden, unutan birisiyseniz, eşyalarınızı 2 3 gün önceden toparlanmanız gerekiyor. Defalarca kamp yapmış, dağlara çıkmış birisiyim, yola çıkarken toparlanma konusunda tecrübeliyim. Ama eşya toparlamasını son güne bıraktım ve doğal olarak çanta hazırlamaktan çok, eşyaları arabaya tıkıştırma yöntemiyle hazırlığımı tamamladım.  Bir ara, "olmuyor olmuyorrr" diye çığlık atıyordum, peşine de "giyecek hiç bir şeyim yoookkk" diye bağırmaya başladım, histerik krizimi son kullanma tarihini 1 yıl geçmiş olan çikolatalı dondurma ile bastırdım. Ne çikolata severim ne de giysi ayakkabı sayıma takarım, bilinçaltıma bazı şeyler zamanında islemiş olmalı !? Bagaja rastgele eşyaları atsanız eminim daha düzenli bir görüntü olurdu. Bir insan zincir takımını alır da şarj aletini, en sevdiği tişörtünü almayı nasıl unutur hala çözebilmiş değilim. 3 çeşit kas gevşetici krem alıp da bir tane bile ağrı kesici almamak ne kadar düzenli hazırlandığımın bir göstergesi sanırım. Bu yaşananlarda Cuma akşamı içtiğim ballı jack'in etkisini yadsımamamız lazım.

Zorlu bir mücadelenin ardından hazırlanma sureci tamamlanmıştı. Normalde tek başıma çıkacaktım fakat birkaç gün önce arkadaşlarıma direkt dağa gitmeyeceğim, Kapadokya yapacağım deyince iki arkadaşım da bana eşlik etmeye karar verdi bu bölümde. Cuma gecesi onları da alınca yola koyulduk.

Fuat’ın uykuya ne kadar dayanıklı olduğunu yolculuğun ilk 10 dakikasında anlamış olduk. Virajlara bilerek sert girmeme rağmen hiç bir şekilde uyanmayan Fuat’ı, Bolu dağının soğuğunda klimayı en serin halinde çalıştırarak uyandırmayı basardım. Neden böyle bir manyaklık yaptım hiç bilmiyorum, sanırım yanımda fosur fosur uyuması sinirimi bozmuştu.
-Daha gece yeni başlıyor, hadi galk kız sovan doğra!!!
Fuat içinden kesinlikle sunu diyordu "gül gibi uyuyan yılanı uyandırdın, neyine güvendin evladım!"
Fuat’ın tam tersine Dilara da adeta  fanpirella özellikleri gösteriyordu. Ankara’ya kadar sadece yarım saat uyudu, Ankara girişinde bir benzinlikte durur durmaz uykuya daldı, Fuat istikrarını bozmayarak araba durduğunda sadece sağdan sola döndü, rahat bıraksam gözlerini Ihlara'ya kadar açmayacaktı.
Uyandıktan sonra tuz gölüne doğru yola koyulduk.



Tuz Gölü değişik bir yer, dümdüz bembeyaz bir alan içinde buluyorsunuz kendinizi. Yaratıcılığınızı kullanarak çok güzel fotolar çekebilirsiniz, bu yol üzerinden gidiyorsanız mutlaka gidip görmek lazım. Biz herkesin durduğu tesislerin olduğu yerden tuz gölüne girdik. Ama asıl güzel olan yer, buradan bir kaç kilometre ilerideki hem tuz hem de suyun olduğu (su, içindeki planktonlar nedeniyle pembe olarak gözüküyor ve müthiş bir görüntü) yere gitmek. Ben sapağı son anda fark edip kaçırdığım için buraya giremedik. Kulaklarım çınlıyor hala. Fuat, Dilara? :))) 



Tuz gölünden sonra Ihlara’ya geldik. Ihlara’ya girerken iki tane park yeri var, aşağıdakine park edin arabanızı ve mümkün olduğunca erken saatte gelmeye gayret edin. Biz sezon sonu olduğu için öğlen gibi girmemize rağmen sıkıntı yaşamadık kalabalık  konusunda ama sezon ortasında çok kalabalık olur diye tahmin ediyorum. Giriş müze kartlılara ücretsiz. Ihlara içinde bir suru kilise var, biz içinden 3-4 tanesini ( Kırkdamaraltı, Yılanlı, Sümbüllü ve Ağaçaltı) seçip onlara gittik. Yoksa tüm kiliseleri gezmek tüm günümüzü alacaktı. Kiliselerde İsa’nın doğuşu, son yemek, Meryem Ana, dönemin dini bakımdan önemli kişileri ve olaylar ile ilgili tasvirler yer alıyor. 






Eğer yürüyüşü seviyor ve vaktiniz varsa, yeşilliklerin içinde, dere kenarında hem tarih hem de doğa yürüyüşünü tüm gün yapabilirsiniz. Git gel toplam yaklaşık 25 km. Dinlenmek için ise yaklaşık 1,5 km sol tarafta (merdivenlerden inince sola doğru) gözlemeciler var. Gözlemeler fena değil ama portakal suyu yaramaz, ayrıca pahalı. Fakat derenin üstündeki yerde oturmak çok zevkli. Ayağınızı soğuk suya sokarken bir yandan gözlemeleri götürmek çok keyifli. 


















Ihlara’dan çıkınca Derinkuyu yer altı şehrine geçtik. Derinkuyu’ya giderken yolda çilek satan birisini gördük, çilekler nefis ama kasayla satılıyor, bir kasa çileği aldık arabaya atladık :)
Adama “kiloyla alamıyor muyuz?” diye sordum, “abi bizde tartı yok” dedi, marketingi sonuna kadar kullanıyor, müşteriye başka çare bırakmama tekniği :) 






Silindir şeklinde kapı (kapak)




Çilekleri yiyerek Derinkuyu’ya vardık. Yeraltı şehrinde de müze kart geçerli. Daha önce gitmiştim, ilgi çekici bir yer. Zamanında insanların baskı sonucu buralarda yasamış olması, sistemlerini buna göre geliştirmeleri takdirlik. Kaçış anında kullandıkları silindir kapılar, hava bacaları etkileyiciydi. 




Havalandırma Deliği
Koridor


İşaretleri takip ederek tüm yeraltı şehrini gezebilirsiniz, karanlık veya kapalı alan korkunuz yoksa dar koridorlardan ilerlemek de keyifli.
Sonlara doğru loş ve geniş bir oda bulduk ve sanatsal çalışmalarda bulunduk. 


Ara Not: Normalde yeraltı şehrinin oda ve salonlarına ait fotoğraflarım da vardı ama sanırım kaybettiğim kartta kaldı fotolar :(

Bahsetmek istediğim birisi var, ismini sormayı unuttum kendisinin ama İngilizcesi çok düzgün, kibar ve içeridekilerin ne yaptığını gözeterek onları yönlendiren, işini severek yaptığı belli olan bir görevli vardı. Güzel bir ayrıntıydı.


Yeraltı şehrinden çıkınca yakındaki bir kiliseye gittik, yerli çocuklardan birisi hemen yanımıza koştu ve ezberden anlatmaya başladı. Muhteşem melodik anlatımıyla bizi kendimizden geçirdi. Özellikle, dev atların koşarken kilisenin çanını sallandırması konusu efsaneydi, gerçekten bir efsane olsa gerek :)

Indiana Metin

Indiana Jones metin olayı var bir de, Belgeli Indiana. Bu beyefendi’nin yer altı şehrinin karşısında dükkanı var, halılar, eski eşyalar vs. satıyor. İçeri girdiğimizde bize gerçek antik eşyaları gösterdi. Tarihi paralar, heykelcikler, mühürler vs. Ben ilk başta şüphelensem de belgesini gösterdikten sonra ikna oldum. Gerçekten güzel eserler var elinde, özellikle Poseidon heykelciği çok iyiydi.



Derinkuyu’dan sonra Göremeye doğru devam ettik ama önce Nevşehir’den Dilara’nın dönüş biletini almamız lazımdı. Hazır gelmişken yemeği de burada yiyelim dedik. Nevşehir Aspava’ya girdik. Esat caddesindeki Aspavaların hatrına girdik ama oh mamma mia. İlk defa bir beytiyi yarım bıraktım. Adama "at etiniz çok güzelmiş. Buranın atı mı?" diye soracaktım. Adamdan "aa lütfen, at değil halis mulis eşek eti bu, merzifondan getiriyoruz esekleri özel olarak" diye cevap vermesinden korktuğum için soruyu sormaktan vazgeçtim.
Yemeğimizi yiyemedikten sonra Göreme’de otele gittik (Travel inn hotel).  Taştan yapılmış oda güzeldi.  İçinde mini hamam olması da cabası. Terastaki "şarap qeyfi" sırasında kararlaştırdığımız "karga bokunu yemeden kalkıp balonları izleme" planımız tabii ki yalan oldu. Fosur fosur uyuduk sabaha kadar. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla neyse ki o gün balonlar kalkmamış. 


2. Gün
Göreme açık hava müzesi gezildi. Peri bacaları içinde farklı dönemlere ait kiliseler var, hemen hemen hepsi ayni temayı isliyor. Isanin doğumu, son aksam yemegi vs. Fakat bazılarında yapıldığı döneme ait önemli aziz veya benzeri kişilerin veya önemli savaş/olaylar da resmedilmiş. Tipik olarak büyük kısmı haç seklinde ama farklılıklar da var az da olsa. En önemli kilise ise en yakın donemde yapılmış ve resimlerin en çok korunmuş olduğu karanlık kilise. Buraya giriş ücretli, 10 TL (2015) ve müze kart geçmiyor. Müze kartın en can alıcı yerlerde geçmemesi sizin için de sinir bozucu değil mi?
Ama kilisenin içi müthiş. Resimler çok büyük oranda korunmuş ve işçilik çok iyi. İçeride foto çekmek yasak. Ben kaçak olarak çektim bir kaç tane. 

Son akşam yemeği


Göreme Açık Hava Müzesi


Efes’teki teras evleri, buradaki karanlık kilise, Topkapı Sarayındaki Harem bölümü gibi en etkileyici yerlere sadece ücret ödeyerek girebilmemizi bir nevi bize karşı yapılmış olan kurnazlık olarak görüyorum. Hatta abartmadan söyleyebilirim ki, göreme açık hava müzesinde sadece Karanlık kiliseyi görüp çıksanız bile bir şey kaybetmezsiniz, çünkü diğer kiliselerdeki çoğu resim tahrip edilmiş, bir şey anlaşılmıyor.



Açık hava müzesinden sonra 3 güzellere geçtik. Aslında 2 buçuk güzel çünkü bir tanesi diğerine göre ufak bir peri bacası. Manzarası fena değil. Çok övülen burası bizi pek tatmin etmedi. Daha sonra Ürgüp’e geçtik. 


Güzellerden birisi

Önce yemek yiyelim dedik. Bir restoran hüsranı daha. Nevşehir aspava kadar kotu olmasa da burası da iyi değildi. Gözlemeden şaşmamak ya da gitmeden önce iyice araştırmak lazım. (burada kendime bir eleştiri getirmem lazım; normalde bir yeri gezmeden önce iyice araştırırım ve özellikle güzel yemek yapan yerleri belirlerim ama Kapadokya civarı için böyle bir araştırma yapmadım ve yemekler konusunda çuvalladık.)
Turasan ve Kocabağ şarap evlerinde tadım yaptık, benim her zaman favorim olan öküzgözü-boğazkere şarabından ve renkli sabunlardan aldım. Kocabağdaki öküzgözünü de beğendim ama Turasan öküzgözü-boğazkere’den vazgeçemedim. Katı sabunları da kullandığımdan değil, kokuları çok güzel olduğu için aldım tabii ki. Bir şeyin kokusu güzelse dayanamam :)

Şehir merkezinden Turasan’a çıkarken ana caddeyi değil de ara sokakları kullanmanızı tavsiye ederim, eski evler, dar sokaklar, şirin kapılar sizi bekliyor.


Şarapları aldıktan sonra Avanos'a Kapadokya Seramik'e gittik.Burada ustanın eşliğinde çömlek yapmaya çalıştık. Herhangi bir ücret alınmıyor bunun için ve çok misafirperverler. 










:))))


Daha sonra yolumuzu Paşabağlarına çevirdik. Bol bol fotoğraf çektik. Burası bence peribacalarının en etkileyici olduğu yerlerden birisi. Gün batımında burayı görmek isterdim.








Gözlük camı firarda.

Zelveye 5 buçuk gibi varınca, girmekten vazgeçtik, burada bir şeyler atıştırıp, gün batımını izlemek için panorama tepesine çıktık. Girişte 3 TL gibi bir ücret alıyorlar. Göreme açık hava müzesinden sonra tabelaları takip edince rahatça bulabilirsiniz. Hava bulutlu ve puslu olmasa gerçekten güzel bir görüntü izleyebilirdik. Beklediğimden daha sönük bir gün batımıydı ama yine de manzara güzeldi. Kopek öldüren ve çekirdek çitlemeyle izlenen mükellef bir gün batimi :) 






Dilara’yı otobüsüne bindirdikten sonra Fuat’la Göreme’ye geri döndük, amacımız sabah erken saatte kalkıp balon izlemek. Önceki sabahın acısını çıkartacağız! Göreme milli parkının üst kısmında uygun bir alana park ettik aracı ve içinde uyumaya başladık. Ağustos ayının sonu olmasına rağmen tipik karasal iklim etkisini gösterdi ve aksam gündüze göre epey soğuk yaptı, totom dondu. Bagajdan uyku tulumunu alıp üzerime örtmek zorunda kaldım.

3. Gün
Kurduğumuz alarma rağmen sabah yine uyanamadık :) Yanımıza parkeden arabaların sesine uyandım. Artık balon izlemeyi hak etmediğimizi düşünmeye başlamıştım. Dışarı çıktım ve balonları yeni şişirdiklerini gördüm, hemen daha uygun bir açı için göreme taraflarına indik ama bir terslik vardı. Balonları şişirmeyi durdurmuşlardı. Biraz daha şişirdiler, sonra tamamen vazgeçtiler ve balonlar sönmeye başladı, aynı bizim hayallerimiz gibi :( (



Balonlar yatışta


Yasadığımız üzücü andan sonra Fuat’ı da otobüsüne bıraktım. Balonları izleyemediğimizi öğrenince Dilara kahkahayı patlattı, insan arkadaşına destek olur, azıcık moralini düzeltir. Cık cık cık
Açıkçası ben de ağır dalga geçerdim ayni durumda :)

Sabah artık tek başıma kalmıştım ve Adana’ya mı yoksa Hasan Dağı’na mı gideceğime karar vermem gerekiyordu. 

Yorumlar